Bir şehir efsanesiyim ben
Ya da en azından öyle olmalıydım
Bilindik sanılan bir yalan misali
Aşka yazdığım küfürleri okumalıyım…
Geçmiş zaman kiplerini rahatsız etmeye gerek yok artık
Ayak bastığım yapay taşlara alışkınım. Nereye sürerlerse beni, zamanımda o mekânımda.
Kimse yazdıklarıma aldanmasın.
Döktüğüm mürekkebe acırım ben. Boş duygularla doldurulmaya mahkûm boş sayfalar da aslında israftır. Ne gerek var yaşadığının bile farkına varmayanları uyandırmaya!
Yazık değil mi? Şöyle bir bakalım etrafımıza. Ne kadar çok kişi var kurduğu hayallerde yaşayan…
Solunan hava bile ruhsuzlaşmış artık. Artık hiçbir değer taşımaz oldu kentler. Bir birlerine benzer oldular. Ruhsuz gri çıbanlar yükselmiş gökyüzüne. Görülebilinen maviyle yaşıyorum. Ruhumdan bir tek o kadar kaldı sanıyorum. Bazen de bulutlar hatırlatır oldular bana beni… Ya da kendileri gibi gri betonla kaynaştırmışlar benliğimi…
Sayısız sayfa devrilmiş önümde. Ne devrimdi onlar! Devirir devirir uykum gelirdi. Devrildikçe onlar tahtımı salladılar. Ne rahatım kaldı ne de bir düzen. Her şeye yeniden başladım.
Her sallantıda,
Biraz daha oturdu taşlar yerine,
Biraz daha ayaklandılar dev köklere sahip ağaçlar…
Acır oldum şu bir tutam çime. Güçleri olsa da kaçıp gitseler üstlerine üstlerine gelen kentten. Kurtarsalar kendilerini. Keşke biraz daha özgür olsalar.
Söylesenize kimler üzdü sizi, kim tutsak etti oturduğunuz yere? Boşuna Tanrı demeyin isyankârlar! Baksanıza çoktan sarılmış yatıyor kuzenleriniz o yüce grilikle.
Onları kutlamak mı lazım yoksa ezmeli mi hepsini?
Nasılda insana ayak uydurmuşlar!
Nasılda satmışlar sizi!
Evet, gözlerime bir ağırlık çöktü Ama bir şeylerin aktığı yok! Sadece biran önce geceye dalmalıyım. Bir kez daha kaybolmalıyım. Her insan gibi yeni ve sahte bir güne uyanmak zorundayım.
Gündüz güneş altındayım. Akşamları bir yolunu bulmuş bizimkiler.
Onlara mı takılsam?
Takılmalı mıyım?
İşte bir başka taşlı yol, bir başka direk daha. Daha da birçoğu önümde arkamda sağımda solumda…
Neyi aydınlatırsınız siz? Ya da neden diktiler sizi buraya?
Aydınlatmak mı göreviniz?
İnanın yerde uzanan taşların birbirlerin görmelerine gerek yok!
Onlar birbirlerini zaten kaybetmezler ki…
Ne? İnsan mı?
İşte buna gülerim! Gülerim de göremediğim yıldızlar için ağlamak gelir içimden.
Neden mi?
Kendilerini her halttan üstün görenler, hâlâ ancak önlerini görmeye çalışıyorlar da ondan…
Aşk…
Buna mürekkep yeter mi? Ya da kâğıt dayanır mı? Bilmiyorum…
Yazmaya üşeniyorum artık. Ama zevkli bir yol buldum. Küfrediyorum artık aşka. Türlü türlü belalar okuyorum. Başıma açmadığı kalmadı nasılsa… Nasılsa kendi en büyük bela değil mi? Öyle. Hatta yalanın nikâhlı eşidir aşk. Çoğumuzu aldatır ama yalan da bir gerçektir ya…
Ölümden korkan insan aşktan neden korkmaz?
Çok mu tatlıdır? Evet, hem de çok tatlı bir yalan,
Tat almana fırsat bırakmayan…
Ama sadece tatlı olduğunu hayal edersin!
Hayal, Düş ve Umut… İşte aşkın birinci, ikinci ve üçüncü türevleri…Ve hatta tam bir “eğer noktası”.
24 Şubat 2008 Pazar
Gerçekçi Depresif Melankoli
Subscribe to:
Kayıt Yorumları (Atom)
0 Comments:
Post a Comment